Afrika, Avrupalılarca keşfedilişini müteakiben hemen hemen bütün Avrupa ülkeleri tarafından sömürgecilik faaliyetlerine maruz kaldı. Bu doğrultuda Afrika bütün İskandinav ülkeleri, Doğu Avrupa Ülkeleri hatta Uzak Doğu’da Japonya, Kuzey ve Güney Kore ve Çin dâhil olmak üzere sömürgecilik faaliyetlerinin en yoğun gerçekleştirildiği dünya coğrafyası oldu.
Deniz seferleri ve sömürgeleştirme politikaları süreç içerisinde emperyalizme dönüşmüş, sömürgeleştirilen topraklardan sağlanan kaynaklar Avrupa’ya taşınarak Avrupa’nın zenginleşmesi ve gelişmesi sağlanmıştır. Zenginleşme sadece iktisadi hayatta değil bilim, düşünce, kültür ve toplumsal hayatta da sağlanmıştır. Oluşan ortam sanayileşme faaliyetlerinin başlamasının ardından sanayi devrimine de zemin hazırlamıştır.
İngiliz sömürgeciliği genel olarak diğer ülkelerin sömürge politikalarına kıyasla daha esnek ve derin olarak değerlendirilir. Çoğunlukla doğrudan yönetimin maddî ve manevî külfetiyle sorumluluğundan kaçınmak için dolaylı yönetim tarzı benimsenmiş, şirketler, sivil yapılar ve misyoner örgütler ön plana çıkarılmıştır. Dolayısıyla misyonerlerin, gerek genişlemesi gerekse yerleşmesi açısından İngiliz sömürgeciliğinde özellikle 19. yüzyıldan itibaren büyük katkısı olmuştur. Az gelişmiş topraklardaki insanları “karanlıktan kurtarmak” ve “medeniyet götürmek” gibi bir görev ve sorumluluk iddiasıyla dünyaya yayılmışlardır.
Misyonerler, sömürge yönetimleriyle daima iş birliği içinde ve onların himayesinde çalışarak nihai noktada aynı amaca hizmet etmişlerdir. Yerli halkın yeni inanç, yeni değerler ve yeni hayat tarzıyla beraber yeni tüketim alışkanlıkları edinmesi üzerine de yoğunlaşan misyonerlik çalışmaları, diğer ülkeler adına olduğu gibi İngiltere adına da en azından İngiliz sanayi mamulleri için pazar oluşturma ve geliştirme fonksiyonunu ifade etmiştir.
Nitekim 19. yüzyılda Avrupa’da icat edilen pek çok mekanik ev gereci, çeşitli makineler vb. aletler ilk defa misyonerler vasıtasıyla yerli halklara tanıtılmış, ardından bunların büyük miktarlara varan satış bağlantıları gerçekleşmiştir.
Misyonerler, bu çerçevede halkın inançlarını ve hayat tarzlarını değiştirmeye yönelik olarak toplumla temasın daha yoğun bulunduğu, eğitim ve sağlık alanlarına okullar ve hastaneler açmışlardı. Buralarda “daha ideal, medenî ve yüksek olan” şeklinde tanıttıkları Hristiyan Avrupa değerleri ve hayat tarzı enjekte edilmiştir.
İngiliz sömürgeciliğinde fetih, cengâverlik ve imparatorluk gibi psikolojik faktörlerin daha çok modern döneme ait duygular olduğu görülür. Başlangıçta neredeyse tamamen ticaret ve para kazanma arzusu gibi ekonomik faktörlere bağlı olan bu gelişme, esas itibarıyla başka bir ülkenin ham madde kaynaklarını ve para edecek ürünlerini o ülke dışına çıkarma esasına bağlı bir ekonomik yapı kurmuştur. Bu sebeple sömürge ülkelerinde toprağın doğal yapısı ve dönüşümüne bağlı bir tarım yerine daha çok para edecek şeker kamışı, kahve, kakao gibi ürünler üzerinde ısrar edilerek uzun vadede pek çok Asya ve Afrika toprağının çoraklaşmasına zemin hazırlanmıştır.
Aralıksız üç asırdan daha uzun bir süre Osmanlı eyaleti olmasına rağmen Osmanlı Devleti’nin mirası olarak Türkçe dili Tunus’ta hiçbir zaman konuşulan bir dil olmamıştır. Buna karşılık 75 yıl gibi kısa bir süre için Fransızların elinde kalan Tunus’un her bölgesinde Fransızca, eğitim ve öğretim dili olarak kullanılmakta, sokaklarında sıkça konuşulmakta ve ülkede Arapçanın yanında resmi dil statüsünü korumaktadır. Sömürgecinin siyasal egemenliğine kültürel egemenlik eşlik eder. Sömürge halkının kültürünün başına gelebilecek tek şey eriyip gitmektir.
Sömürgecinin ortaya çıkması yerli toplumun ölümünü, kültürün uyuşukluğunu, bireylerin taşlaşmasını birleştiren bir süreci ifade eder. Sömürge egemenliği yalınlaştırıcı olduğu için, boyun eğen halkın kültürel varlığının kısa sürede parçalanmasına yol açmıştır.
Osmanlı’nın, sömürge devletlerinden en büyük farkı hâkimiyeti altına aldığı yerleri neresi olursa olsun vatan olarak görmesiydi. Fethedilen yerlerde yaşayan topluluklar ise Osmanlı vatandaşıydı. Ayrımcılık kelime olarak bile kullanılmaz, diline, dinine, kökenine, rengine bakılmadan herkes vatandaş kabul edilirdi. Ne kimse zorla Müslüman olmaya zorlanır ne de kültür emperyalizmine maruz bırakılırdı.
Osmanlının Devlet geleneğinde sömürge bakanlığı, sömürge valiliği gibi kurumlar olmadığı gibi, fethedilen yerlerin her türlü kaynaklarını anavatana aktarmak için büyük şirketleri de yoktu. Kısacası Osmanlı için fethedilen her yer vatan, herkes vatandaştı. Osmanlı korumasından mahrum kalan Afrika kısa süre içerisinde sömürgeciler tarafından paylaşılmıştır. 20. Yüzyılda büyük bir bölümü bağımsız olan Afrika, büyük oranda Hıristiyanlaşmış kendi dilinden ve kültüründen uzaklaşmıştır.
Yüzyıllarca süren sömürgecilik zamanlarında Avrupa’da sanayileşme yaygınlaşırken, sömürülen ülkeler Avrupa fabrikalarına emek, hammaddeler ve tarımsal ürünler sağlamak zorunda bırakılmışlardır. Bu arada da sömürülen topraklardaki mahallî değerler, dinî-kültürel kimlikler ve tabii aidiyetler sömürgeci devletlerin politikalarıyla büyük oranda tahrip edilmiştir.
Zaten sömürgeciliğin belli başlı üç nedeni; sanayileşen Avrupa devletlerinin hammadde ve pazar arayışları, gelişen ulusçuluk çağında güçlü devletler inşa etmek arzusu ve nihayet ırkî, dinî ve kültürel üstünlük duygusunun ekonomik, siyasal ve askerî politikalarla dayatılmasıdır. Böylece yaşanan tarihî süreç, tarihteki tahribatının yanı sıra günümüzdeki gelir dağılımı adaletsizliği ile sosyal, kültürel, siyasî ve ekonomik yönden gelişmiş–azgelişmiş ülkeler ayrımının oluşmasının da en belirgin nedeni olarak ortada durmaktadır.
UHA Haber Merkezi - ÖZKAN KARACA
SON YAZILAR